FÂRÂBÎ ÇAĞDAŞ MÜSLÜMAN İÇİN NE İFADE EDER?

FÂRÂBÎ ÇAĞDAŞ MÜSLÜMAN İÇİN NE İFADE EDER?

Kelamcı da filozof da aynı naslara inanmış ve özümsemiştir. Kelamcı inandığı nasları anarak ve oradan hareket ederek uslamlamaya ve uslanmaya çalışırken, filozof, nasları alır fakat anmadan akletmelerde bulunur. Aralarındaki fark esasta ve dinde değil, yöntemde ve dildedir.

İlhan Bilgü

Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe Ve Din Bilimleri Öğretim Üyesi Doç. Dr. Salih Aydın ile ünlü İslam filozofu Fârâbî’nin neden okunup anlaşılması gerektiği üzerine konuştuk.

Hocam hemen konuya girelim. Önümüzde 500 yıldan fazladır okumaya çalıştığımız bir Fârâbî var. Fârâbî’yi neden okuyup anlamalıyız?

Fârâbî’yi okumak bütün insanlık için anlam ifade etmekle birlikte özellikle Avrupa’da ve benzer yerlerde yaşayan Müslümanlar için çok daha fazla önem arz etmektedir. Hele de İslam’ın evrenselliğine inanan, onu savunan ve onun mesajından diğer insanların da haberinin olmasını önemseyen Müslümanların Fârâbî’yi anlamaları onlara çok ciddi imkânlar sağlayacaktır.

Zira felsefi düşünüş bir yöntem olarak bir konuyu ve bir iddiayı bütün insanlarla konuşabilme ve tartışabilme imkânı vermektedir. Bütün zaman ve mekânların düşünsel tecrübesini kapsamayan, mantıkî tutarlılığı olmayan, salt öznel ve kendine göre kalan, akıl zemininden hareket etmeyen, düşüncenin farklı anlarındaki parçaları ahenkli bir bütün arz etmeyen ve birbiriyle çelişen konuşmalar ve yazılar, sıkı cemaatlerin grup içi ihtiyaçlarına cevap olsa da, en yakındaki ötekini dahi tatmin etmeyecektir.

Ayrıca Fârâbî’yi okumak özgüven sağlayacak olması nedeniyle Müslümanların özgürleşmesi için de gereklidir. Bu gün Fuat Sezgin’i tanımak Batı’daki bir genç için ne anlam ifade ediyorsa, “Batı Ortaçağ Aydınlanması”nda Fârâbî’nin ne derece büyük bir etkiye sahip olduğunu görmek de gençleri kompleksten kurtaracak vesilelerden birisidir.

Var kılınanların, dış duyularla algılananlar ve akılla algılananlar olarak ayırıp birincisinin zararlıları, orta hallileri ve faydalıları olduğu gibi ikincisinin de zararlıları ve faydalıları olduğunu bütün dünya insanlarıyla konuşmak mümkündür. Felsefenin yöntemi ve dili bu imkânı vermektedir. Bu imkân elde edildiğinde şahadet âleminden ve gayb âleminden konuşmanın, hatta gayb âleminin altında melekler âlemi gibi sırf iyi ve hayır olan, şeytanlar gibi salt kötü olan hatta bunların arasında cinler gibi bazen zararlı olabilen varlıkların konuşulmasının bir zemini elde edilmiş olur. 

Bu durumda, Fârâbî felsefesi bir dindar için ne anlam ifade etmektedir?

Normal bir Müslüman’ın Fârâbî okuması gereksiz hatta zararlıdır, denebilir. Televizyonlardaki felsefi ve kelami içerikli tartışmaların küçük bir kesimin sadrına şifa olan fakat geneli zehirleyen programlar oldukları doğrudur. Fakat bir iddiası ve bir sancısı olan, üniversitede eğitim gören, İslam’ı Avrupa’da konuşmayı isteyen, bu arada bunu ötekinin dinini, inançlarını örselemeden yapmayı önemseyen bir Müslüman’ın, en büyük İslam filozofu olarak Fârâbî’nin yöntemini ve dilini edinmesi sağlam yollardan birisidir. Tanrıya ve bu arada nübüvvete ve ahirete inanmayan ile ancak onun akılsal düzleminden, algılayış biçiminden hareket etmek yani aklının miktarınca konuşmak ve böylece kendini ikna ederek kendi ihtiyarıyla Allah’ın varlığına yükseltmek gerekir. Değilse frekanslar tutmayacak, konuşma diyalogdan monologa dönecektir.

Müslüman Müslümanla konuşurken dininin naslarından ve kavramlarından hareket eden bir dil kullanabilir hatta bu gereklidir. Cami cemaatine başka dille de konuşulmaz. Fakat ötekiyle konuşmak hele de ona saygı önemseniyorsa kendi dinini ona dayatmış olan bir yöntemi ve dili kullanmamak gerektiği önem arz edecektir.

Peygamberlik, peygamberin ahlaki güzelliklerinden ve mucizelerinden hareketle de anlatılabilir, insani gerçekliğin aşamalı akıl yapısına dayandırılarak da anlatılabilir. Birincisi Müslüman’ın Müslümanla konuşmasında etkili bir yöntem iken ikincisi ötekiyle konuşmada daha etkilidir denilebilir.

Din tamamlanmış iken felsefeye ihtiyaç olabilir mi? Veya felsefenin bir Müslüman’a verebileceği şey nedir?

Felsefe yüksek düzeyde bir insani eylem ve beşerî yorumlamadır. İslam ise İlahî kelam olarak Allah tarafından bir indirmedir. Hiçbir tevil ve yorumlama hangi filozoftan ve ekolden gelirse gelsin asla tenzilin/vahyin yerini alamaz ve onu değiştiremez.

Bu ikisinin mukayesesi çok yanlış ve farklı bir kıyaslama olacaktır. Felsefi olan dinî olana rakip değildir. Din kendiliğinden insani alana müdahil olmaz, durup dururken konuşmaz. Onun üzerinde ve onun naslarından hareketle konuşacak olanlar insanlardır. Böyle olunca filozofların hepsinin ittifakla ortaya koyacakları bir iddia ve görüş, şer’î olanın bir harfini dahi değiştirmez. Bu aynen en büyük maddî darbenin bile manevî varlığa, örneğin Azrail’e isabet ve tesir etmeyeceği gibi bir şeydir. İlahî olanı ancak Allah’ın kendisi değiştirebilir ve tamamlar. Filozofların yaptıkları bu tam ve mükemmel olan İlahî naslara ilaveler, çıkarmalar ve tamamlamalar yapmak değil, bunları özümsemiş bir gönülle hayatı anlamak, yorumlamak ve anlamlandırmaktır.

Kelamcı da filozof da aynı naslara inanmış ve özümsemiştir. Kelamcı inandığı nasları anarak ve oradan hareket ederek uslamlamaya ve uslanmaya çalışırken, filozof, nasları alır fakat anmadan akletmelerde bulunur. Aralarındaki fark esasta ve dinde değil, yöntemde ve dildedir.

Bu gün Müslümanların en fazla ihtiyaç duyduğu şey farklı din değil, farklı yöntem ve farklı dildir. Çünkü insanlar, onların anlayışları, kültürleri dinleri çok çeşitlidir ve insanların akıl yapılarına göre konuşmak hikmettendir.

Fakat bu gün bu dinî ifade bu hâliyle sadece bu kitaba iman etmiş insanlar için önem arz eder ve çekici gelir. Bunun akılsal temelini teşkil eden “erdem ve mutluluğun ebedilik ilişkisi” her entelektüel ile konuşulabilir. Bu temel olmadan zaten cennet ve içindekilerin bir anlamı olmayacağı gibi fakirler ve yetimler de en fazla taşınması gereken bir yük, namaz ve oruç atılması gereken anlamsız fiiller olarak görülürler.

Fârâbî, “Din, ilk başkanın (peygamber) yönlendirdiği ve belirlediği ârâ (akaid), efâl (ibadât/tâat) ve akvâl (ezkâr) ile mevcut cemaatı millet kılar” der. Bunun anlamı, din olmadan millet olmaz, demektir. Millet, dinin peygamber öncülüğünde, felsefi bilgi vasıtasıyla insani kılınması, dinî olana felsefi olan nüfuz etmekle erdemli bir toplumun inşası anlamınadır. Bu anlama ve tanımlamanın, bütün halk kitlelerinde anlam ifade etmeyeceği ve faydalı olmayacağı doğru olsa da bütün zaman ve mekânlarda bütün toplulukların âkil kişilerini besleyecek bir düşünsel gıdadır. Örneğin, “ahlakî erdemler insan ruhunu sonsuz mutluluğa erdirir”, felsefi ifadesi, eğer yoksula yardımcı olur, yetimin başını okşar, başkasının malına göz dikmezsen, namazı kılar zekâtı verirsen, altlarından ırmaklar akan; yeşil çayırların, soğuk suların, serin gölgelerin ve içinde her türlü meyvenin, sebzenin, içeceklerin bulunduğu… cennetlere girersin, Hz. Muhammed’in yanında ve yakınında olursun”, şeklinde ifade edilecek olursa daha çok kişi anlayacak ve daha çok olumlu etki bırakacaktır.