Kıyamet-i Suğra ya da Zelzele Hakikati İle Birlikte Yaşamaya Alışmak

Depremler her zaman olan, gelecekte de olacak olan tabiî hadiselerdir: Yıkarlar, öldürürler. İnsanın vazifesi, bu büyük afete karşı tedbir almaktır. Tedbir almakla vazifeli olanlar tebdirlerini almazlarsa o vazifeye layık değillerdir.

İlhan Bilgü

İnsanlar güç yetiremeyecekleri bir tabiat olayıyla karşılaştıklarında bunu hemen Allah’ın gazabına, dolayısıyla cezalandırmasına bağlamakta öylesine mahirdirler ki, o olayın hakikatini hep gözden kaçırırlar. Meselâ 1509 tarihinde İstanbul’da meydana gelen büyük depremden sonra yine bir sürü depreme şahit olan ve her depremi Kıyamet-i Suğra/Küçük Kıyamet diye adlandıran İstanbul’un başına gelen o zamanların Hristiyan dünyası tarafından “Tanrının Türklere Gazabı” olarak değerlendirilmiştir.

Amma Müslüman ahali dahî boş durmamış, padişahın, vezirlerin, paşaların, kâdilerin (hakimlerin) valilerin “Doğru yoldan infirâk ettikleri, dalalete (sapkınlığa) düştükleri için Allah’ın gazabını çektikleri”ni dillendirmişlerdi. Ki o zamanın depremi bu günkü depremden daha da geniş bir alanı kaplamıştı. Erzincan-Sivas hattından başlamış Marmara denizinin iki tarafından taaa Edirne’ye kadar yıkıp geçirmişti. İstanbul İstanbul olalı böyle bir deprem görmemişti. Nice koca mimarların camileri, minareleri, mektep ve medreseleri harabeye dönmüştü. Padişah dahi sarayında oturamaz olmuştu.

Ben, deprem ve deprem gibi, sel gibi tabiî afetlerin Allah’ın bilgisi/iradesi ile oluştuğuna, bunun rahmet de gazab da olabileceğine, rahmetse kim veya kimler için rahmet, gazabsa kim veya kimler için gazab olduğunun bilinemeyeceğine inanıyorum. Ve en önemlisi, ben şahsen deprem veya herhangi bir tabiî afeti hiçbir zaman bu şekilde yorumlamaktan yana da değilim.

Amma, nice devasa yıkımlara yol açan, binlerce insanın canını alan herhangi bir depremden ders alınıp alınmadığını yorumlamaktan, sorgulamaktan yanayım.

ZELZELE SIRADAN BİR OLAYDIR!

Ve zelzele, sarsılmaz denilen toprağın, yıkılmaz denilen kayaların yerinden söküldüğü, tabiatta hareket etmeyeceğini düşündüğümüz her şeyin sallanıp hâk ile yeksân olduğu sıradan bir hakikattir. Beraberce yaşadığımız, yaşayacağımız bir hadisedir. Bunun içindir ki, depremle birlikte yaşama kültürünü geliştirmemiz ve yerleştirmemiz gerekmektedir.

Sıradan dememe aldırmayın, desem de, yer yüzü alemini düşündüğümüzde zelzele yani depremin tarihî ve tabiî bir hakikat olması bakımından sıradan olduğunu söylemek istiyorum. İnsanlığın şaşacağı, hayret edeceği bir hâdise olmadığını, insanlık için “bu da ne” denilmeyecek kadar gerçek ve var olduğunu dillendirmek istiyorum.

Depremi bu anlattığım gibi öylesine sıradan gördüğümü de sanmayın. Ne yazık ki, deprem böylesine sıradan algılanıyor. Böylesine sıradan algılandığını daha şimdi Kahramanmaraş merkezli bu depremde de gördüğümüzü vurgulamak istiyorum. Yanii… Yaniii. Depremler oldu, oluyor ve olacaaak. Gelecekte belki daha geniş alanlarda yıkıma sebep olacak. Onun için sıradan, hayret edilmemesi gereken bir şey diyorum. Lakin, depremin sadece kendisi sıradandır. Sonuçlarına göre, aynı şeylerle tekrar tekrar karşılaşmamak, yıkımla, ölümle, göz yaşıyla karşılaşmamak veya bütün bunları en aza indirebilmenin çarelerini aramak, tedbirlerini bulmak sıradan bir iş değildir.

ÇARE: ÜZÜLMEK DEĞİL, TEDBİR ALMAKTIR

Üzülerek yazıyorum da, üzülmenin çözüm olmadığı bir hâl ile karşı karşıyayız. Hatta o durum binlerce insanımızın cesetlerinin üzerinde duruyor. Bütün bu devasa yıkıma sebep olan, binlerce insanın canını alan depremin sonuçlarını sıradan bir olay göremeyiz elbette. Deprem depremliğini yaparken biz de aklımızı kullanmak, tedbirlere tevessül etmek zorundayız. Tedbirsiz tevessül olmaz, demişlerdir.

Depremin yıkamadığı, bir şey olmadığına, binlerce insanın hayatını alabileceğini gözümüzün, kafamızın içine kadar soktuğuna göre, aldırmazlığı, boş vermişliği bırakmanın zamanıdır.

Bakmayın siz benim başta İstanbul örneğini verdiğime. Binlerce canımızı kaybettiğimiz, binlerce binanın yıkıldığı şu deprem bölgesinde “Evet ders alınmıştır.” diyebilecek birisi var mı? Tarihî süreçte Bursa’nın, Erzincan’ın, Gölcük’ün, Gediz’in, Van’ın ders aldığı söylenebilir mi?

Evleri başlarına yıkılan, canlarını kaybeden insanlardan bahsetmiyorum. Siyasetçilerden, insanlardan çuvalla para isteyen ama bir kâğıt karton gibi yıkılan binalar yapıp içinde yaşayanların, evlatlarını, ana-babalarını kaybederek kahrolmasına yol açan müteahhitlerden bahsediyorum.

HER KİM OLURSA OLSUN!

İşte bu yüzdendir ki, devleti/belediyeleri idare edenler, buraları idare etmek için bizden destek isteyerek önümüze çıkan siyasetçiler depremin tekrar geleceğini biliyorlar mı, diye soruyorum. “Evet biliyorlar!” diyenin elini ve alnını öperim. Eğer bilselerdi, yerin altını ve üstünü bilen, altında da üstünde de ne yapılması, nasıl yapılması gerektiğini sayfa sayfa, kitap kitap yazan bilim adamlarının feryatlarını duyarlardı.

Şimdi diyorum ki: Her kim ama kim olursa olsun! Bu depremden sonra, imar ve inşaat kurallarına uymayan müteahhitler, iş güvenliği uzmanları, imar iznine imza verenler, bu imarları denetlemeyen belediye başkanı, vali, bakan, cumhurbaşkanı…  Her kim olursa olsun deprem konusunda vazifesini ihmal edenler dahî benim gözümde “Taammüden adam öldürmek”ten suçludur.

Yok öyle, Kıyamet-i Suğra deyip suçu ve suçluyu birbirine karıştırmak. Herkes işini bilecek. Bilmiyorsa, belediye başkanı, imar müdürü, müteahhit, inşaat mühendisi, vali, bakan, cumhurbaşkanı olmayacak. Çünkü, sizin bu makamlara ihtiyacınız varsa bile, bu makamların size ihtiyacı yok!