“Sen de mi Brutus?”

“Sen de mi Brutus?”

Gündelik hayat türlü mücadelelerden terekküp etmektedir. Türlü ilişkilerle muhasara olmuş, muhtelif statünün ve rolün sıkıca sarmaladığı bir hayatı yaşayan insan için diğer insanları ikna edebilmek aslında hem işleri kolaylaştırır hem de temayüz etmesini sağlar.

Gökhan Arslantürk

“Et tu, Brute?” Rivayete göre Julius Sezar, bir grup öfkeli senatörün saldırısına uğradığında, onu sırtından hançerleyenler arasında Brutus’u görünce “Sen de mi Brutus?” anlamında söylediği bu söz ile karşı koymayı bırakmıştır. “Sen de mi?” ya da “Sen bile mi?” cümlesi hayatta kalma mücadelesi ile ölüme teslim olmak arasındaki çizgiyi belirleyen küçük bir bağlacı gizlemiş içinde.

HERKES GİBİ OLMAYANLAR…

İşte bazen türlü dalgalarla boğuşurken küçük bir an, tüm mücadeleyi anlamsız kılar. Düşmanın türlüsü ile savaşırken düşmana karşı hazırlıklı ve müteyakkız olmak olasıdır. Onlarla savaşmaya motive ve muktedir olmak mümkündür. Oysaki arkadan çeken ya da yüz çeviren bir dost eli, ne denli yumuşak ve zararsız olsa da yerle yeksan etmeye yeter, elden ayaktan kesmeye kâfidir. Dost, yoldaş, eş, çünkü herhangi bir güç götürmeyendir. Yormayan, bilakis dinlendirendir. O hâlde o, herkes gibi değildir. Bu hususu sadece bir hayatta kalma mücadelesinde, bir savaşta, bir zorlukta değil; gündelik hayatın her anında hissetmek ihtiyacı zahirdir. Gündelik hayat da ziyadesiyle bir savaştır çünkü.

İNANDIRMIŞ DEĞİL, İNANILMIŞSINIZDIR

Benzer şekilde bu yanınızda gördüğünüz insanlara, onlar aslında bir yabancıymış gibi güven ihdas etmeye çalışmak da sizi güçsüz bırakmaya kâfidir. Gündelik hayat türlü mücadelelerden terekküp etmektedir. Türlü ilişkilerle muhasara olmuş, muhtelif statünün ve rolün sıkıca sarmaladığı bir hayatı yaşayan insan için diğer insanları ikna edebilmek aslında hem işleri kolaylaştırır hem de temayüz etmesini sağlar. Birinin sizin gibi düşünmesi, inandığınıza ya da inandırmak istediğinize inanması, istediğiniz gibi davranması istenir bir şeydir belki. Hatta sevilen, hayran olunan biri olabilme becerisine de götürür ikna edebilmenin muhtevası. Lakin buna sahip olmakla bitmez. Bu, dileriz ki sadece çizdiğimiz sınırlarda kalsın, sonsuz bir devinime dönüşmesin. Bitmek bilmez bir inandırma çabasında olmayalım. İş yerinde patronu inandırayım, dükkânda müşteriyi, ofiste amiri… Mülakata gideyim komisyonu ikna edeyim aradıklarının ben olduğuma. Birine gönül vereyim beni iki kalem tanıması için ikna edeyim. Günün bir kesimi zaten bu çabalarla tarumar olmuşken güneşin batmasına müteakip kabuğuma çekileyim. Kimseyi inandırmayayım. Öylece kalayım, kim neye inanıyorsa inansın. O kabuk, o güvenli liman ise sadece yalnızlık değildir. Dönülüp gelinecek yer evdir. Ve o evin öylesi var ki dönüp geldiğinizde kılınızı kıpırdatmadan inandırırsınız. Çünkü siz inandırmış değilsinizdir, inanılmışsınızdır. Demeden işitildiğiniz, anlatmadan inandırdığınız, bakarak söylediğiniz… Öyle bir gönüldür ki siz ne derseniz odur. İnsan bunun eksiğidir.

İNANDIRMAK ÇABA GEREKTİRİR!

İnandırmak yorucudur, zira çaba gerektirir. Yorucudur zira güvenilirliğinizin teyide ve çabaya muhtaç olduğunu hissettirir. Ticarette, bürokraside, resmî iletişimde kim size niye güvensin, elbet çaba elzemdir. Lakin eşinizi, dostunuzu, yoldaşınızı da ikna etmek; tüm gün yorgunluktan bitkin düşmüş şekilde yatağa düştüğünüzde uyumak için de yorulmak gibidir.

İNSANIN EKSİKLİĞİNİ ÇEKTİĞİ ŞEY: GÜVEN

Resûl-i Ekrem’in Safâ tepesinde “Size; şu dağın ardında düşman ordusu var desem bana inanır mısınız?” dediğinde “Evet inanırız. Zira senin bugüne kadar yalan söylediğini hiç duymadık.” diyen müşriklerin güveni değil. Zira bu güvenin bir evveliyatı var. Kırk yılda inşa edilmiş bir güven var. Üstelik bir sonraki cümle tebliğ olduğunda yüz çevrilen bir güven… İnsanın eksikliğini çektiği şey Hazreti Hatice’nin “Hiç kimse inanmasa bile ben inanırım.” dediği güvendir. İnandı da… İşte insanın evine döndüğünde karşılaşmak istediği şey budur. Buradaki ev mekân değildir, Hazreti Hatice’dir. Mesele de ikna etmeye çalışmaktan yüksünmek değildir. Herkesi ikna etmek için çaba göstermek yorarken çaba göstermeden inanılmaktır. Yani birilerinin sizin için herkes olmamasıdır. Hayatınızda herkes olmayan birisinin olmasıdır. Gözüyle görmeden inanmayan değil gözüyle görse de inanmayandır. Gözüne sizden daha fazla kıymet vermeyen, siz yolu anlatmadan bavulunu hazırlayan, teselli etmek için “Nasılsın?” diye sormayan, ateş olmayan yerden duman çıktığında gözünde sis bile görmediğinizdir. Birileri sizden kanıt ister. “Kanıt göster inanayım” der ya aleni ya da zımnen. Herkes olmayan birisi bilir ancak bilmenin inanmaktan az bir şey olduğunu. Kanıt görürsem bilirim, inanmak bunun çok ötesidir. Kanıt istemez.

KAÇIRILMAYACAK KARŞILAŞMA

İnsan bunun eksiğidir zira güvenmek de güvenilmek de ikna edebilmekten çok daha nadir bulunur. İoanna Kuçuradi hocanın dediği gibi “Güven duymak için güvenilir bir insanla güven duyabilen bir insanın karşılaşması gerekiyor, birisinin güvenilir olması yetmiyor”. 1 Yine onun dediği gibi “Bu karşılaşmayı kaçırmamak gerekiyor çünkü bazen yanından geçebiliyor”. İnandırmak yorucudur, insana gerek olan onu dinlendirecek olan bu kaçırılmayacak karşılaşmadır.