Uzun Yola Azıksız Çıkılmaz

Uzun Yola Azıksız Çıkılmaz

Sıla-i rahim için ziyaret edeceğimiz ata toprağımızda bulunduğumuz süre içerisinde, tarihî eserleri ziyaret etmek, tarihi mekânlar ve mazimizin hazineleri ile hemhâl olmak kuşkusuz günümüz haz ve hız çağında en önemli görevlerimizden biridir.

Selçuk Çiçek

Ünlü bir Yeşilçam filminin her izlediğimizde tebessüm ettiren bir sahnesi vardır. Köyde yaşayan bir grup insan, Almanya’nın Münih şehrine götürülme vaadiyle bir kamyonun arkasına binerek yola koyulurlar. Uzun bir yolculuğun sonunda İstanbul’a getirilen ekip, kendilerinin Almanya’ya geldiğini sanırlar. İstanbul sokaklarında dolaşırken gördükleri Sultan Ahmet Camii, Ayasofya Külliyesi veya o dönemki adıyla İstanbul Boğaz Köprüsü vardıkları yerin İstanbul olduğunu onlara fark ettirmeye yetmez. Zira tüm bu tarihî eser ve semboller, ancak onların mazi ve manasına vakıf olanlar için bir anlam ifade eder. Aksi takdirde dünyanın herhangi bir yerinde birileri tarafından inşa edilmiş sıradan yapıtlardan farksızdırlar. O nedenle “Her nazar kendi manzarasını yaratır’’ (İhsan Fazlıoğlu) derler.

[post-refarans id=”33877″ taraf=”sol”]

GÜNÜ GÖRMEK, GELECEĞİ DE ÖNGÖRMEK İÇİN MAZİYİ KAVRAMAK

Baktığınızda göreceğiniz manzaranın derinliği; nazarınızın, yani bakış açınızın ve perspektifinizin derinliği ile orantılıdır. Bu sadece inşa edilen eserlerle ilgili bir durum değil, tarihteki önemli konular, olaylar ve semboller için de geçerlidir. Çocuklarınızla yapacağınız bir Srebrenitsa ziyaretinde, çocuklarınızın binlerce şehidimizin meftun olduğu Srebrenitsa Şehitliği’ni dünyanın birçok yerinde mevcut olan sıradan bir mezarlık olarak görüp görmemelerini de işte yine bu husus belirlemektedir: Günü görmek, geleceği de öngörmek için maziyi kavramak.

“ALZHEİMER OLMUŞ BİR MİLLETİZ”

Merhum Prof. Dr. Teoman Duralı bir sohbetinde geçtiğimiz asırda Harf İnkılabı ile millet olarak Alzheimer hastalığına yakalanmış bir topluma dönüştüğümüzü şu ifadelerle belirtir: “Hafızası gitmiş, Alzheimer olmuş bir milletiz. Geçmiş unutuldu, bitti. Peyami Safa’nın müthiş bir lafı var: ‘Millî Kütüphanesi’ne gidip de tek kelime okuyamadan çıkan biricik nesiliz yeryüzünde.’” Genç kardeşlerimizle bir araya geldiğimiz seminer ve konferanslarda sıklıkla dile getirdiğimiz cümleyi tekrar vurgulamakta fayda var: Mazisinden kopmuş ve tarihinden habersiz insanlar, toplumlar, kurumlar, teşkilatlar veya cemaatler; hafızasını kaybetmiş ve Alzheimer hastalığına yakalanmış bireyler gibidirler. Nereden geldiklerini ve nereye gideceklerini bilmezler. Ve bundan ötürü de her zaman başkalarının yönlendirmesine mahkûmdurlar.

[post-refarans id=”24083″ taraf=”sol”]

ÇOCUKLARIMIZI ATA TOPRAKLARIMIZDA MAZİ İLE TANIŞTIRMAK

Girişte zikrettiğimiz o film sahnesinde olduğu gibi, başkalarının da sizi hedeflediğiniz yere bilinçli veya bilinçsiz götürmeme riski her zaman var olacaktır. Bundan ötürü özellikle başta sıla-i rahim için ziyaret edeceğimiz ata toprağı Türkiye’de, Bosna-Hersek’te veya Kudüs’te bulunduğumuz süre içerisinde, çocuklarımızla birlikte ailece tarihî eserleri ziyaret etmek, onları tarihsel mekânlarla tanıştırmak ve mazimizin hazineleri ile hemhâl olmalarını sağlamak kuşkusuz günümüz haz ve hız çağında ebeveynlerimizin en değerli görevlerinden biridir. Elbette sadece tarihî eserleri ziyaret ile sınırlı tutulmamalı, o eserlerin ardında gizlenen aklı, anlamı ve zekâyı da keşfetmenin yollarını aramalıyız.

Muhteşem Süleymaniye Külliyesi’ni ziyaret, onun ustası Mimar Sinan’ı anmadan ve devasa ufkunu tanımadan yapıldığında bir turistik ziyaretin ötesine geçemez.  Bu devasa eserlerin ardında yatan o derin müktesebatın sırrını keşfetmek asıl gaye olmalıdır. Merhum Şair Mehmed Akif Ersoy’un da ifade ettiği gibi, “Gel yıkalım şu Süleymaniye’yi desen iki kazma kürek iki de ırgat gerek. Hadi gel yapalım geri şunu desen, bir Sinan gerek birde Süleyman.” Mimar Sinan’a ve onu çağlar üstü bir konuma ulaştıran eğitim serüvenine yazımızın ilerleyen bölümünde tekrar döneceğiz. Ancak burada açmamız gereken çok önemli bir parantez var.

“TARİH KRONOLOJİK BİLGİ DEĞİL, BİR BİLİNÇTİR”

Merhum hocalarımızdan Mehmet Genç’in ifadesiyle “Kendimizi yüceltmek için değil, düzeltmek için tarih bilmeliyiz.’’ Ölçümüz tam olarak bu olmalıdır. Kendimizde bir üstünlük hissi uyandırmak veya akşamları kafamızı yastığa gururlu bir ruh hâliyle koymak için değil, geçmişten miras kalan derin bir bakış açısını ve ufkunu günümüz hayat yolculuğunda kendimize azık edinmek için tarih bilmeliyiz. Tarih dediğimiz mefhum kronolojik bilgi değildir. İstanbul’un hangi yılda fethedildiğinin bilinmesi rakamsal ve kronolojik bir bilgidir. Bu kronolojik bilgiye vakıf olmanın da olmamanın da ehemmiyeti yoktur. Ancak onun mimarı II. Mehmed’in (Fatih) 12 yaşında 7 dil bilen, kendini çok yönlü geliştirmiş ve ilme meraklı bir genç olduğunu bilmek, Almanya’nın Köln şehrinde okula giden ve sınıf başkanlığı yapacak özgüveni kendinde bulamayan genç kardeşimize bir perspektif sunacak ve kendisine bir ilham ve özgüven kaynağı olacaktır. Tarih o nedenle kronolojik bilgi değil, bir bilinçtir.

[post-refarans id=”29038″ taraf=”sol”]

KENDİMİZİ VE NESLİMİZİ KORUMAK İÇİN TARİH ÖĞRENMELİYİZ

Mehmet Genç hocadan alıntıladığımız “Tarihimizi kendimizi düzeltmek için öğrenmeliyiz’’ sözüne bir cümle daha ekleyebiliriz: Kendimizi ve neslimizi korumak için de tarih öğrenmeliyiz.  Zira Hz. Peygamberimizin (s.a.v.) hayatını anlamak ve kavramak da tarih bilinci için en temel sütundur. O’nun (s.a.v.) hayatını ve tarihini iyi kavrayan ve benimseyenler, dünyamızı ne yazık ki kasıp kavuran ırkçılık akımına kendini kaptırmaktan muhafaza eder. Çünkü Bizanslı Suheyb-i Rumi’yi, Habeşli Bilal’i, Farslı Selman’ı ve saymadığımız diğer tüm etnik kimlikleri eşit ve kardeş kılan merhamet perspektifini bilen ve içselleştirenler, üstünlüğün ancak takvada olduğunu gayet iyi bilirler.

Tarih bilinci insanımızı sapkın ideolojik akımlardan korur. Irkçılık gibi farkında olmadan kendimizi kaptırabileceğimiz akıntılardan muhafaza eder. Hz. Peygamberimizin (s.a.v.) hayatını kavramak suretiyle sağlıklı bir din anlayışını doğru kavramlar üzerinden temin eder. Merhum Aliya İzzetbegoviç’in “Soykırımı unutmayın, unutursanız tekrarlanır!’’ diye ısrarlı çığlığında işaret ettiği gibi, insanlık tarihinde yaşanan dramatik olayların tekerrür etmemesinin ve onların unutulmamasının da en önemli güvencesi tarih bilincidir.

KENDİMİZİ VE ÇOCUKLARIMIZI ÇOK YÖNLÜ YETİŞTİRMELİYİZ

Sıla-i rahim için anavatana varacak insanlarımıza Süleymaniye Külliyesi’ne uğradıklarında, o görkemli eseri muhteşem incelikleriyle ortaya çıkaran Mimar Sinan’ın eğitim serüvenini de incelemelerini tavsiye ederiz. Zira Sinan’ın eğitim serüveni, modern çağda kaybettiğimiz önemli bir mefhumu bize hatırlatıyor: Çok yönlü eğitim. Mimar Sinan Kayseri bölgesinde bir köyde yaşayan gayrimüslim bir ailenin çocuğu idi. Devşirme sistemiyle keşfedilen Sinan, genç yaşında muazzam bir taş işleme ustası. Devlet yöneticileri, bu taş ustası genci alıyorlar ve ilk iş olarak marangozluk eğitimine gönderiyorlar. Çünkü taş gibi sert bir unsur ile sürekli hemhâl olan insanların zamanla mizacının da sertleştiği için, bu durumu daha yumuşaklık gerektiren ahşap ile hemhâl olarak dengeliyorlar. Müthiş bir talim ve terbiye anlayışı. Bununla bitmiyor, Sinan’ı daha sonra nakkaşlığa gönderiyorlar. Bu ona ayrı bir incelik katıyor. Bununla da bitmiyor. Sinan daha sonra bugünün adıyla mühendislik eğitimi alıyor, köprüler yapıyor. Yine bitmiyor, Yeniçeri askeri eğitimi de alarak kendisine teşkilatçılık eğitimi de veriliyor.  O nedenle Mimar Sinan, günümüzde çoğumuzun zannettiği gibi sadece bir mimar değildir. Mimar Sinan bir taş işleme ustasıdır, marangozdur, nakkaştır, mühendistir ve askerdir. Sinan’ı Sinan yapan ve Selimiye Camii gibi asırlar ötesine hitap eden eserleri ortaya koyan büyük ufkun ortaya çıkması işte bu talim ve terbiye sürecinin ürünüdür. Yeni Sinan’lar için çocuklarımızı çok yönlü yetiştirmekten çekinmeyelim. Bu, hayat yolculuklarında onlara verebileceğimiz en kıymetli yol azığıdır. Zira bu uzun ve çetin yolculuğa azıksız çıkılmaz.