Hayatın Anlamına Dair

Alemde, varoluşunu anlamlandırma ihtiyacı hisseden yegâne varlık insandır. Bir anneden beşer olarak doğan bizler, idrak yeteneğimiz geliştikçe, öncelikle hayata dair farkındalık yaşamaya başlarız. Sonrasında ise bu hayattaki varoluşumuza mana verme gayretine düşerek, insanlık makamına yükseliriz. Düşerek düşünmeye başlayanlar, yükselmeye mahkûm olurlar. Adem’in cennetten düşürüldüğü vakitten beri, düşmek ve yükselmek birbirine esir kılınmıştır. Anlam arayışına düşen beşer, insanlık mertebesine yükselme imkanına sahip olur. İrfan düşüncesi geleneğinde, beşer olarak indirildiğimiz alemde, varoluşumuzun sırrına vakıf olarak insan oluruz.

Yani insan doğulmaz, insan olunur.

Yeryüzüne üç yüzyıldır kurguladıkları anlamları ihraç eden Batı medeniyeti, beşeriyet alemine kendi anlam dünyasını dayatmaktadır. Lakin, postmoderniteyle varılan nokta, çağdaş insanın içinde boğulduğu bir anlamsızlık deryası olmuştur. Ele avuca gelen ve beş duyu ile kavranılan gerçeklik yüceltilmiş, hakikat ise kişiden kişiye göre değişen rölatif (göreceli) olarak kabul edilmiştir. Ve sonuç, evrenin ve insan yaşamının özünde herhangi bir anlam taşımadığını savunan bir felsefi yaklaşım olan ve dilimize hiççilik olarak çevrilen Nihilizmin hayatlara hükümran olmuş olmasıdır. Elbette ortaya çıkan bu sonuç, beraberinde hedonizmi de (zevkçilik) eşantiyon kabilinden dayatmıştır. Anlamı olmayan ve bir daha gelinmeyeceğine inanılan bu hayatta, bize zevk veren her şey, faydacılık bağlamında iyi, doğru ve güzel olarak benimsenmiştir.

Geçen yüzyılın önde gelen psikiyatrlarından Viktor Frankl, otuzun üzerinde yabancı dile çevrilen ve milyonlarca satan “İnsanın Anlam Arayışı” kitabında, kurucusu olduğu logoterapinin ilkelerini, İkinci Dünya Savaşı sırasında bir toplama kampındaki deneyimleri eşliğinde anlatmaktadır.

Frankl, varoluşu anlamlandırmanın, insanı en çetin koşullarda dahi ayakta tuttuğunu yaşanılan örneklerle vurgulamaktadır. İnsan, düşerek geldiği bu hayatta, birçok defa daha düşmektedir. Ve ayağa kalkma motivasyonunu bize verecek olan, anlamdır. Anlam yoksa, ayakta durmanın da bir manası yoktur.

İçerisinde doğduğumuz İslam geleneğinin ana kaynağı olan Kur’an-ı Kerim, varlığımızın anlamının kulluk olduğunu beyan etmektedir (Zâriyât Suresi, 56). Ancak burada zikredilen kulluk, bir efendi ve köle ilişkisi midir? İşte bu üzerine düşünülmeye değer bir fikrî ameliye olacaktır. Hayatın anlamına dair değerli arayışları olan dostlara, aşağıdaki mısralarımı hediye ediyorum.

Aramak..
Kaçarak, yenik düşünce yorgunluğa..
Çağın bunalımlarını ardında bırakarak..
Tanrı’nın henüz öldürülmediği coğrafyalara..
Kimliksiz ve tanımsız iklimlere sığınmak..
Açarak, derinlerde yok oluş tünelleri..
Mağaradaki gölgelerin sahte gerçekliğinden,
göz kamaştırıcı ışık hüzmelerine akmak..
İlerlediğin zehabına kapılarak..
Görebilme ihtimaline meftun olarak..
Bir devr-i daimi daha tamamlayarak..
Tekrar yalan saadetlere ulaşmak..
Ya sonrasında..

Vuslat denilenin, esasında yol olduğunu anlamayarak.. Yeni yolculukların heyecanını aramak..