İnsan Gerçekten Objektif Olabilir Mi?

İnsan Gerçekten Objektif Olabilir Mi?

İbn-i Haldûn, Harizmi, İbn-i Rüşd gibi bilim adamları günümüzde İslami bakış açılarıyla tarihe damga vurmuş isimler olarak anılıyor. Avrupa’da yaşayan Müslümanların bir görevi de bu geleneği devam ettirerek, Kur’an ve sünnet ışığında kendi metotlarını geliştirmek ve doğru dili kullanmaktır.

Dr. Ahmet İnam

Normal şartlarda Almanya’da seküler eğitiminden geçmiş biri olarak dinî konulara – mesela doktoramda günah konusuna – yaklaşım tarzımın, yöntemimin Müslüman ülkelerde akademik dinî eğitim almış kişilerden farklı olması gerekir. “Objektif” denilen bilimsel çalışma metodunda da Müslüman bilim adamlarıyla farklılıklar vardır, en azından üniversite yıllarımın başında bir müddet var olduğunu sanıyordum.

Seküler bilimselliğin “objektif” bir bilim yöntemi olduğunu iddia etmek sadece göz boyamaktır. Bunda şeytanın rolü vardır veya yoktur. Seküler tarafın taraflı oldukları hâlde tarafsızmış gibi gösterilmesi bir aldatmacadır. Bu aldatmacaya iyice kanmışız gibi görünüyor. İnançsızlığın objektif olduğuna “inanmak” başlı başına bir sorundur.

[post-refarans id=”26012″ taraf=”sol”]

İNSANIN TARAFINI SEÇMESİ

İnanç konusunun merkezinde daima Allah vardır ve insan inanarak veya nankörlük ederek taraf seçer. Fakat seküler kolonyalizm ve modern globalizm zulmü, hegemonyası ve dayatmasından dolayı askeri ve ekonomik güç sayesinde sadece Batı kültürü bize empoze edilmedi, bilimsel düşüncemiz ve dilimiz de bundan etkilendi.

Bunun için modern seküler bilim tarzı dışında hiçbir üslubu, yöntemi ve bilimsel yaklaşımı akademik olarak görmüyoruz, göremiyoruz, benimsemiyoruz, benimseyemiyoruz. Dinî açıdan bakarak, yani “dinî terimlerle ilmi” akademik çalışma yapan kişi “radikal”, “dinci” gibi ithamlara maruz kalır. “Dindar” akademik taraf da onu “bilimsel olmamakla” veya “taraflı” olmakla suçlamada geri kalmaz. Çünkü kendisine “bilimsel çalışma metodu” adında verilen kodlar bunu öyle düşünmeye zevk eder.

BİLİMSELLİK VE OBJEKTİFLİK ADINA…

“Allah kelamı olan Kur’an’da şöyle buyurur…”, “Allah şöyle emretti…” gibi cümleler yerine “bilimsellik” ve “objektiflik” adı altında “Kur’an’a göre…”, “Kur’an emrediyor…”, “Kur’an diyor ki” gibi cümleler sadece seküler eğitiminden geçmiş İslam bilimcisi tarafından kurulmaz, İlahiyat mezunu olan nice akademisyen tarafından da kullanılır. “Bizler de laik ve seküler bir eğitimden geçtik” derseniz, hem yakın tarihten bu yana mahzurlu bir durumu ortaya koymuş oluyor hem de seküler bir eğitimden geçtiğinizi itiraf etmiş oluyorsunuz. İtirafın ardından gereği yapılması ümidiyle…

ŞEYTAN İNSANIN BAŞ DÜŞMANI

Madem şeytan insanın baş düşmanıdır[1] ve Allah onun insanlara “ancak kötülüğü, hayasızlığı ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri[2]  söylemeye “sizi fakirlikle korkutarak size, çirkinliği ve hayasızlığa[3] çağırdığı konusunda uyarır, öyleyse neden şeytanın toplumun bozulmasındaki rolü, insan ilişkilerindeki etkisi sosyal bilimlerde tek bir cümle ile zikredilmez?

Çünkü tüm dünyada olduğu gibi İslam dünyasında da bilimler/ilimler seküler düşüncenin baskısı nedeniyle ikiye bölündü: ‘Akıl ve gerçek dünya dışı ilahiyat’ ve geriye kalan tüm ‘hakikati mitlerden kurtaran gerçek bilim dalları’… Allah’tan mı bahsedeceksiniz, kâinatta her şeyi O yarattı mı diyeceksiniz, insanları şeytana karşı mı uyaracaksınız bunu fizikte veya sosyolojide değil ‘size, yani bilim ve akıl dışı ayrılan metafizik bölümde yapınız, ilahiyat (teoloji) bölümünde yapınız’ denildi.

BİLİM ADAMLARININ DİNÎ İLİMLERDE ÖNCÜLÜĞÜ

İslam tarihinde oysa tarih bilimi ve sosyolojide öncü olan İbn-i Haldûn, algoritma ve cebir ilmini bulan ve geliştiren Hârizmî veya batının Aristoteles/Eflatun’u yazdığı şerhler ile tanıdığı İbn-i Rüşd, aynı zamanda dinî ilimlerde de eğitim almış kişilerdi. İbn-i Rüşd fakih, İbn-i Haldûn hafızdı.

Hârizmî gibi birçok muallim geçmişte ilimleri/bilimleri tasnif ederlerken bugünkü manada “dinî ve din dışı” şeklinde ayırmamışlardı. İlerleyen zamanlarda “nakli ilimler” ve “akli ilimler” tasnifi yapılmış ve büyük çapta kabul görmüştü. “Akli İlimler” ise yine “ameli” ve “nazari” diye ikiye bölünmüş ve nazari ilimlere fizik ve matematik ilimleriyle beraber “ilahiyat (kelam, metafizik)” dahil edilmiştir.

Yani felsefe ile ilgilenmek isteyen imanını saklasın ve meşgul olsun denilmedi. Felsefe için “dinden soyutlanmış akıl” gereklidir denilmedi. Dolayısıyla İslami bakış açısıyla felsefe tarihine etkili damga vurmuş Müslüman filozoflar oldu. İbn-i Rüşd, hayranı olduğu Eflatun’un İslam akaidine uymayan birçok görüşlerini kabul etmemiş, İslami açıdan bu konuları tevil etmeye çalışmıştır.

[post-refarans id=”27378″ taraf=”sol”]

AKLETME VE BİLİMSEL ARAŞTIRMA

Sonuç olarak “aklı kendi ipoteğine” almak isteyen seküler bilim metoduna karşı, onlar yaratılan her şeyi içine alan bilimsel ve metodik akletme ve bilimsel araştırma gücüne sahiptiler. Hurafe ve yanlış düşünce ve teorilere karşı da gayet metodik ve mantıksal çalıştılar.

Benim derdim artık kendimize has “bilimsel çalışma metodunu” geliştirmek, bu yönde teşvik etmektir. Bu “kınayıcıların kınamasından korkmadan[4] yapılması elzem bir ameldir, hatta sadaka-i cariye türünden bir amel…!

Kur’an’a göre…” gibi Müslümanlar/insanlar ile Allah’ın hidayet veren, hatırlatan, uyaran, müjdeleyen ilim ve hikmet dolu kelamı arasına mesafe koyan bu türden ifadelerle Kur’an’ı “sadece bir kitap”, yani maddeye indirgeyerek “Allah’ın kelamına” karşı duymamız gereken huşunun, ferasetin, saygının ve takvanın etkisini de yok etmiş olduk. Kur’an bize rehberken, sadece bilimsel bir kitap oldu. Bundan dolayı sözde “objektiflik” ifade eden, sözde “bilimsel” türden cümleleri makalelerimizde kullanmayacağız.

ELEŞTİRİ NASIL OLMALI? NASIL OLMAMALI?

Evet, eleştirmekten ve suçlamaktan hep pay çıkarırız kendimize, bilinçli veya bilinçsiz. Nefsimize, gurur ve kibrimize hoş gelir bu. Kendi kendimizi sorgulayalım: Kendimizi katmayarak Müslümanların durumlarını eleştirirken, nasıl tatmin oluyoruz nasıl bir haz oluşuyor bizde?

Bir kere ulu orta Müslümanlara karşı bir suçlamada bulunmaz samimi olan, haklı eleştirisinden haz duymayan. Sonra toptan suçlayıcı dili kullanmaz, tek tük örnekler verir. Ve bunu yaparken Müslümanlığı, mümin olmayı kötü bilmez, bilmediği için de kötülemez. Eleştirmek farklı, kötülemek farklıdır. Bu konuda Allah’ın kelamına ve Resûlullah’ın sünnetine bakar. Günah işleyen Müslüman ve müminin de olabileceğini söyler, eleştirir, fakat yine onları kötülemez. Çünkü samimi olan kişi bilir ki “Mümin günah işlediğinde mümin olarak günahı işlemez, o anda (o an için) mümin olmaktan çıkar, samimi tövbe ile geri gelir.”[5] Yani Müslüman olmanın, mümin olmanın kötülüğü yoktur, insan olmanın vardır. Kişi Müslüman ve mümin olduğu için kötülük yapmaz, insan olduğu için yapar. Müslüman ve daha önemlisi mümin vasfı insanı kötülük yapmaktan alıkoyar.

Allah’a ve ahiret gününe inanan, ya güzel konuşsun ya da sussun[6] nebevî nasihati bu anlamda erdemdir! Ve “el-Vesvas” olan şeytanın oyununa gelerek hem neslimize hem de gayrimüslimlere Müslümanlığı (böylece de İslam’ı) kötüleyen dilden vazgeçerek, insanın – tüm zorluk ve olumsuzluklara rağmen – ulaşması gerektiği mertebeler olduğunu hatırlatmak gerekir!

 

[1] Bakara suresi, 2:168.

[2] Bakara suresi, 2:169.

[3] Bakara suresi, 2:268.

[4] Mâide suresi, 5:54.

[5] Buhari, Sahih, Eşribe 1.

[6] Buhari, Sahih, Edeb 31.