“Kalabalığın İçindeki Yalnız Kalem: Victor Hugo ve Halkın Sessiz Bağı”

@Shutterstock
“Her sabah doğan güneş gibi, her halk da bir gün uyanır.” Victor Hugo bu cümleyi yazarken, yalnızca kendi yüzyılının değil, çağlar boyu adalet arayan tüm insanların duygusunu dillendiriyordu.
- ARKA PLAN
- 19 Haziran 2025
Esra Gümüş
1802’de Besançon’da dünyaya gelen Victor Hugo, asker bir baba, dindar bir anne tarafından yetiştirildi. Henüz çocukken, siyasi ve toplumsal kutuplaşmayı aile sofrasında tatmaya başlamıştı. Bu bölünmüşlük, onun hem siyaset hem de edebiyat yolculuğuna damga vurdu. Gençliğinde krallık yanlısıydı; Napoléon’a duyduğu hayranlık şiirlerinde seziliyordu. Fakat zamanla gözlemledikleri, onu halkın yanına çeken bir iç hesaplaşmaya dönüştü.
Victor Hugo edebiyat sahnesine erken atıldı. İlk şiir kitabı 1822’de yayımlandığında henüz 20 yaşındaydı. Ancak onu edebî kamuoyunun odağına taşıyan, 1831’de yayımlanan Notre-Dame’ın Kamburu oldu. Quasimodo’nun iç acısını, Esmeralda’nın dışlanmışlığını öyle güçlü biçimde işledi ki, halk ilk kez bir “güzel ve çirkin” anlatısında kendini çirkinin kalbinde buldu.
Sürgün: Fiziksel Uzaklık, Topluma Yakınlık
1851’de Napoléon III’ün darbeyle iktidarı almasının ardından, Hugo bu rejimi tanımayı reddetti. Bedeli ağır oldu: sürgün. Yıllarca Kanal Adaları’nda, Fransa’ya bakarak yaşadı. Ancak sürgün onu susturmadı; aksine, üretkenliğini körükledi. Bu dönemde yazdığı en büyük eseri, Sefiller (Les Misérables, 1862), yalnızca bir roman değil; bir çağın vicdanı oldu. İçindeki karekterlerle halk ile manevi bir bağ kurdu.
Sefiller, suçun, pişmanlıkla ve iyilikle aşılabileceğine olan inancın bir manifestosu gibidir. Hugo, bu eserle yalnızca karakter anlatmadı; bir ahlâk sistemi sundu. Cosette’in elleriyle yıkadığı tabaklar, Fantine’in kesilen saçları, Gavroche’un barikatta düşen bedeni—hepsi Hugo’nun gözlemlerinden süzülen insan portreleriydi.
Edebiyatla Halk Arasında Bir Köprü
Hugo’nun yazarlığı ile halk arasında kurduğu bağ, yalnızca konu seçiminden ibaret değildi. Anlatım biçimi de halkın diline yakındı: Yüksek bir dil kullanıyor gibi görünse de, her karakterde sokağın sesi vardı.
Kimi eleştirmenler Hugo’yu “fazla duygusal, fazla didaktik” bulur. Bu, kısmen doğrudur. Gerçekten de romanlarında felsefî pasajlara, tarihsel uzun anlatımlara sıkça yer verir. Sefiller’deki Waterloo Savaşı bölümü, anlatının ritmini kesen bir tarih dersi gibidir. Fakat Hugo, edebiyatı yalnızca kurgu değil, taşıyıcı bir vasıta olarak görür. Bir romanın amacı, ona göre yalnızca eğlendirmek değil, uyandırmaktır.
Kusurlarıyla Sevilmiş Bir Yalnız
Victor Hugo’nun özel hayatı da eserleri kadar tartışmalıydı. Evliliği boyunca sadık bir eş olmadı. İç dünyasında dalgalanan duygularla birçok farklı bağ kurdu. Fakat ne kadar kalabalık olursa olsun, hep biraz yalnız kaldı. Belki bu yalnızlık, kalemini başkalarının yalnızlığına yöneltti. Halkın onu kusurlarına rağmen sahiplenişi, biraz da bu yüzden samimiydi: O da bizim gibi eksikti. Bir gün Paris sokaklarında yürürken bir kadın onu durdurur ve şöyle der:
“Monsieur Hugo, siz bizim için dua eden bir kalemsiniz.”
Hugo bu sözle sarsılır. Çünkü anlar ki, yazdıkları çoktan onun kontrolünden çıkmıştır.
Sessiz Vedası, Büyük Uğurlanışı
Victor Hugo 1885’te öldüğünde, Fransa onun için yas tuttu. Cenazesi, bir yazarınkinden çok bir devlet adamınkini andırıyordu. Pantheon’a taşınırken iki milyon insan onu uğurladı. Üzerine not yazılmadan bırakılan binlerce mektupta, yalnızca bir isim vardı: “Victors Hugo, Fransa.”
Hugo ne bir kurtarıcıydı ne de kusursuz bir vicdan. Ama halkın, kendini duyduğu bir aynaydı. Onun sayfalarında, aristokrasinin salonlarında yankılanmayan ama pazar yerlerinde, sokak köşelerinde fısıldanan hikâyeler vardı.
Kendi deyimiyle: “Ben, halkın kalbini yazdım. Çünkü kendi kalbimde o sesi duydum.” (Carnets, özel notlar)