YAZARLAR
Avrupa’da Müslüman Kalmak
Yirminci yüzyılın ikinci yarısında çok sayıda Müslüman çeşitli nedenlerle Avrupa’da yaşamak zorunda kalmış ve birçoğu oranın vatandaşı olmuştur. İslam’ın artık Avrupa’nın inkâr edilemez bir parçası olduğu açıktır. Ancak, Avrupa’nın modern, seküler kamusal bilinci, genel olarak hem Müslümanların varlığından hem de bunun giderek görünürlük kazanmasından oldukça rahatsız olduğunu gizleyememektedir. Çoğulcu demokratik anlayışın, Müslümanların böylesine ötekileştirilmesini hoş görmesi mümkün değildir. Müslümanlar söz konusu olunca, Avrupalı çoğulculuk ve temel insan hak ve özgürlükleri iddiasını unutuyor. Farklılıkları yok ederek çoğulcu demokrasi inşa edilemez. Önemli olan, farklılıklara rağmen bir arada barış içinde yaşamayı başarmaktır. Başarılması gereken husus, Müslümanların asimile olmadan, kendilerine yabancılaşmadan Avrupa toplumuna entegre olmalarını sağlamaktır. Avrupa’da Müslümanların talepleriyle Avrupalı millet ve yönetimlerin taleplerinin, asimilasyonu öngörmeyecek biçimde uzlaşması gerekmektedir.
Avrupa’da Müslüman Yaşam
Müslümanlar öncelikle, Avrupa şartlarında İslam’ı anlama çabalarını geliştirmeliler. M.Akif’in deyişiyle, “Avrupa’nın idrakine İslam’ı söyletme”, Müslümanların sorumluluğundadır. Kimileri, bu bağlamda “Avrupa İslam’ı” kavramından söz etmektedir. Dahası, “Fransa İslam’ı”, “Almanya İslam’ı” gibi asimilasyonist bir politikaya gönderme yapan kavramlar türetilmektedir. Oysa, İslam bir tanedir. Farklılaşabilir olan, Müslümanların İslam anlayış ve uygulamalarıdır. İslam’ı anlama, yorumlama ve hayata yansıtma çabaları, Müslümanların içinde bulundukları toplumsal ve kültürel durumlarıyla, anlayış kapasiteleriyle sınırlıdır. Bunlar sürekli değiştiğinden dolayı, Müslümanlar İslam’ı anlama, yorumlama ve hayata yansıtma çabalarına süreklilik kazandırmak zorundadırlar. Bu çerçevede, Avrupa şartlarında Müslümanca bir hayatın nasıl inşa edileceğine ilişkin sahih ve uygulanabilir bilgi üretip onların hangi somut tutum ve davranışlar hâlinde hayata yansıtılabileceğini belirlemeye ihtiyaç vardır.
Şimdiye kadar bu çabalar yeterince ortaya konulamadığı için bazı çevreler, “mevcut teolojik kanalların şimdiki şartlar altında sahici bir uzlaşı tesis etmekten uzak gözüktüğünü” ileri sürerek, “sahici bir uyum sürecinin teoloji temelli değil sosyoloji temelli olacağını” savunmaktadır. Bu, Avrupa sosyolojisinde Müslümanların asimile edilmesi anlamına gelmektedir. Oysa sağlıklı uyum sürecini işletmek, Avrupa sosyolojisini hesaba katan, o toplumsal gerçeklik çerçevesinde Müslümanca bir hayatın nasıl olacağını ortaya koyan sahih bir İslam anlayışına sahip olmakla mümkündür. Bunu başarmak için Müslümanların ciddi bir bilimsel yaklaşıma dayalı eğitim seferberliğini başlatmaları ve Avrupa’nın da bunun önünü açması gerekmektedir.