YAZARLAR
Medyanın “Suçluyu Belirlemede” Çifte Standardı

Son dönemlerde Almanya’da gerçekleşen saldırılar; Magdeburg, Aschaffenburg ve Münih’deki trajik olaylar, medyada ve siyaset sahnesinde dikkat çekici bir şekilde ele alındı. Bu saldırılardan ikisinin faili Müslüman. Bir diğeri ise Müslüman bir ülke kökenine sahip ancak İslam karşıtı olduğunu belirten biri. Bu saldırılarda, hayatını kaybedenler veya yaralananlar da Müslüman kökenli. Bunlara rağmen saldırganların hemen “İslamcı terör” veya “radikal İslam” ile ilişkilendirilmesi, medya ve siyaset dünyasında alışık olduğumuz bir refleksi yeniden gündeme getirdi. Öyle ki bazı gazeteler resmî açıklamaları beklemeye gerek duymadan kendi araştırmalarını yapıp, saldırganın İslamcı olduğuna kanıt olarak sosyal medyada -her Müslüman’ın paylaşabileceği- Kâbe fotoğrafı paylaştığını, ayetler paylaştığını, “Allah’ım bizi koru” yazısı paylaştığını yazdı. Hatta Münih’te önce bir bakan saldırganın aynı zamanda hırsız olduğunu söyledi, sonra yok hırsız değil aslında hırsızlık davasında bir sanık olduğunu açıkladılar. Velhasıl kelam medyanın alışık olduğumuz; bir suçu işleyen kişi yabancı veya Müslüman ise, onun eylemini tüm bir din veya topluluğun problemi olarak ele alma alışkanlığı devam etti.
Son olarak Mannheim’da 3 Mart Pazartesi günü gerçekleşen ve iki kişinin ölümüne, 14 kişinin de yaralanmasına neden olan saldırıda benzer paylaşımlara şahit olduk. Olayın duyulmasının ardından hemen bilhassa sosyal medyada ırkçı, yabancı ve İslam düşmanı paylaşımları gördük. “Bunları ülkeden göndermeliyiz.” vari paylaşımların ve yorumların çoğu saldırganın Müslüman ve yabancı olmadığının ortaya çıkmasıyla silindi. Ancak TV’de canlı yayında bir uzman bu saldırganın bu saldırı biçimini de İŞİD’den öğrendiğini, onların üstlendiği benzer saldırıların bunlara örnek olduğunu söyleyerek konuyu yine İslam’a bağladı. Oysa ki saldırganı durdurarak facianın büyümesini engelleyen bir Müslümandı.
“Bireysel Cinnet”
Bunun tam tersini düşünelim. Bir saldırganın Alman veya Avrupalı olduğu durumlarda medya diline dikkat edin. Bu tür saldırılar genellikle; “bireysel cinnet”, “psikolojik sorunlar”, “topluma uyum sağlayamamış bir bireyin trajik patlaması” şeklinde çerçevelenir. Fakat söz konusu bir yabancı veya Müslüman olduğunda, saldırganın kişisel geçmişi göz ardı edilir, onun tüm kimliği ve bilhassa da inancı suçu belirleyen temel faktör hâline getirilir. Burada çok taze olan İsveç’teki ülke tarihinin en vahim katliamı olan Örobro saldırısının medyada nasıl ele alındığına da bir bakılabilir. “Saldırgan Müslüman / göçmen olsa acaba böyle mi yazarlardı. Hemen başlıkta ülke kökenini görürdük.” diyerek okudum Örobro haberlerini.
Bu çifte standart, toplumsal kutuplaşmayı derinleştirir. Medya, kamuoyunu yönlendirme gücüne sahip olduğundan, olayları nasıl çerçevelediği büyük önem taşır. Eğer yalnızca belli grupların işlediği suçları ideolojik bir bağlam içine oturtuyor ve diğerlerini bireysel vakalar olarak ele alıyorsak, burada ciddi bir taraflılık söz konusudur. Bugün Avrupa genelinde yükselen aşırı sağ ve yabancı düşmanlığında, Almanya’daki seçim sonuçlarında da bu çarpık medya dilinin ve popülist siyasetin izlerini görmek zor değildir. Biz zaten Müslümanlar olarak yıllardan beri “dinimiz barışı, huzuru ve adaleti emreder, İslam’da bırakın başkasının canına kastetmeyi kendi canını sona erdirme hakkı bile yoktur.” demekten yorulduk. Medya bildiğini okumaya devam ediyor. Siyasetin de medyanın da kendine bir çeki düzen verme vakti gelmedi mi? Aksi takdirde, “uzmanlar” daha çok düşünür bu aşırı sağ niye bu kadar yükseliyor, adım adım iktidara yürüyor diye.