YAZARLAR
Müslüman ve Aydınlanma Değerleri (I)

İslam tarihinin ilk üç yüzyılında tedvin edilen İslami ilimler müktesebatını önemseyip bu çerçevede zihniyetini oluşturan ve hayatını şekillendirmeye gayret eden insana, sosyolojinin diliyle “dindar Müslüman” kimliğine sahip olduğu söylenebilir. İslami ilimlerin oluştuğu dönemin genel özelliklerine baktığımızda, siyasi yapısının hanedanların yönettiği sultanlıklardan oluştuğu, iktisadi strüktürü belirleyen üretim ilişkisinin tarım odaklı olduğu ve toplumsal ayrımın inançlar üzerinden temellendirildiğini görmekteyiz. Dolayısıyla, dindar Müslümanın yaşamaya ve yaşatmaya çalıştığı Müslümanlık, modern öncesi anlamına gelen “premodern” niteliğe sahiptir.
Mevzuyla ilgili şunu belirtmekte fayda vardır; Muhammed Abid el-Cabiri’nin, “Arap-İslâm Aklının Oluşumu” isimli eserini okuduğumda, bende iki duygu ortaya çıkmıştır. İlki, İslamî ilimlerin gerçekte beşerî olduğunu fark etmekle birlikte kutsiyetinin kalmamış olmasıdır. İkincisi ise, bu ilimleri üreten alimlere yönelik hürmetimin artmasıdır. Çünkü ortaya koydukları ilimi gayret, takdire şayandır. Kendi dönemlerinin zihniyet ve inanç problemlerini, sistematize ettikleri ilmi disiplinler ile büyük oranda çözmüşler ve bin yıla yakın İslam medeniyetinin güncel kalmasına vesile olmuşlardır.
Sonrasında ise Batı’nın kendi tarihi tecrübelerinin sonucu ortaya çıkan aydınlanma ile birlikte, dünya tarihinde görülmedik bir değişim ve dönüşüm yaşandı. Hayata dair, imanın değil aklın belirlediği bir anlam arayışı ortaya çıktı. Bilimsel devrimlerin getirmiş olduğu inanca dair şüpheler, zihinleri altüst etti. Geleneğin ortaya koyduğu izahlar, modern insanı ikna etmeyi başarmaktan uzaktı. Bu durum zamanla siyasal, sosyal ve iktisadi sahada etkisini göstermiştir. Siyasette ulus devlet, sosyal hayatta etnik köken ve iktisatta kapitalizm damgasını vurmuştur. Ve bu yapısal değişiklikler, biçim ve şekil düzeyinde de olsa Batı’nın dışına da ihraç edilmiş durumdadır.
Ancak mesele biçim ve şekil, yani kurumsal yapıların ihracıyla sınırlı bir mevzu değildir. Bu yapıların altında yatan aydınlanma değerlerinin, Batı dışı toplumlarda hazmedilmesindeki zorluklardır. Özellikle söz konusu olan Müslüman zihniyet olduğunda, olay çok çetrefilli bir hal almaktadır. Batı’nın dünyevi alandaki gelişmişliğine öykünürken, bir yandan da bu gelişmelerin altında yatan değerler sistemini kabullenmemek ya yaralı ya da melez bilinçlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Nostaljik duyguların romantizmi ile mevcut dünyanın realizmi arasında sıkışmış bir şizofrenik şuursuzluk ile malul olunmuştur. Denebilir ki, hayaller Paris, gerçekler ise Çemişgezek. Yazıya devam edeceğiz.