Her Şey Yerinde Güzel

@Shutterstock
Bir evde bulaşık makinesinin ve buzdolabının salonda, oturma gurubunun yatak odasında, vitrin, konsolun mutfakta konumlandırıldığını hiç düşündünüz mü? Hadi canım! Öyle saçma iş olur mu? Her şeyin bir yeri, her işin bir yakışanı var dediğinizi duyuyorum sanki…
- HAYAT
- 9 Mayıs 2025
Yusuf Yeşilkaya
Aslında haklısınız. Her şeyin bir yeri, her işin bir yakışanı var. Yaptığımız işin öncelikle bizim içimize sinmesi lazım. Kalbimizin, ruhumuzun kabullenmesi ve hatta benimsemesi lazım. Yaptığımız işi önce biz beğeneceğiz ki, diğer insanlardan onay bekleyelim. Hatta diğer insanlar onaylasa ama bizim içimize sinmemişse yine olmaz.
KUŞLARDAN YÜZMELERİ BEKLENMEZ
Elbette insanlar tarafından kabul görmek, çevremizden onay almak önemlidir. Ama işlerimizi yaparken, doğal çevremizi iyi gözlem yapmamız lazım. Örneğin kuşlar gökyüzünde, balıklar suda, insanlar karada yaşıyorlar. Uçakların kuşlardan, gemilerin balıklardan ilham almadığını kim iddia edebilir? Fıtrat dediğimiz bir kavram var. Yaratılış gayesi ve doğuştan gelen yetenekler yok sayılamaz. Ve bu yeteneklerin, tersine bir marifet beklenemez. Kısacası kuşlardan yüzmelerini, balıklardan uçmalarını beklemek, beyhude bir çaba olur.
“SEVGİNİN YERİ KALPTİR”
İnsanoğlu kendi hayatında olması gereken obje ya da kavramları neden hep yerlere göre konumlandırır? Örneğin aşkın, muhabbetin olması gereken yer kalbimiz değil midir? Severken gönülden sevmek diye boşuna demeyiz. Çünkü sevginin yeri gönüldür, kalptir. Bazen duygularımızın mantığımızın önüne geçtiği olmuyor mu? O zaman mantık, akıl nerede bulunuyor? Kalp ile aynı yerde olmadığı kesin. Aklım başımdan gitti deriz, çok korktuğumuzda veya heyecanlandığımızda. Akılsız başın cezasını, ayaklar çeker diye bir atasözümüz bile var. Aklımızın, başımızda olması gerekiyor öyleyse…
PARANIN YERİ NERESİ?
Dünyalık olarak biriktirdiğimiz servetimizi nerede konumlandırmak gerekiyor? Elbette paranın yeri, bankadır, kasadır, cüzdandır. Olması gereken yeri kastediyoruz aslında. Eğer para, kazanılması gereken, harcanması gereken ve taşınması gereken bir obje ise taşınacağı yer cüzdandır. Cüzdanımızda taşıyamayacak kadar fazla ise kasada muhafaza edilebilir. Daha daha çok ise bankada muhafaza edilir.
Ama biz böyle yapmayı pek tercih etmiyoruz. Cüzdanımızda taşıyacağımız parayı kalbimize yerleştiriyoruz. Hatta kalbimizin başköşesine alıyoruz. Paranın sevgisi ve paranın temsil ettiği güç, kalbimize öyle bir yerleşiyor ki, gönül sarayımızı tamamen işgal ediyor. Neredeyse gönlümüze başka hiçbir şey giremeyecek kadar kalbimizin her yerini kaplıyor.
İMAM-I AZAM’DAN BİR KISSA
İmam-ı Azam (rh.a), yaşadığı dönemde büyük bir alim olduğu kadar aynı zamanda büyük bir tüccar idi. Bir gün, bir haberci ticaret malları ile ilgili kötü bir haber getirdi. “Ey imam! Sizin ticaret mallarınızı taşıyan gemi, açık denizde korsanlar tarafından kaçırılıp yağma edilmiş. Bütün mallarınız, çalınmış.” Bu haberi duyan İmam-ı Azam, gözlerini kapattı. Bir süre sessiz kaldı ve sonra dudaklarından “Elhamdülillah” sözü döküldü. Aradan birkaç gün geçti. Aynı haberci tekrar geldi. “Ey imam. Müjdeler olsun. Korsanların kaçırdığı gemi, sizin mallarınızın bulunduğu gemi değilmiş. Sizin mallarınız emniyetle varacağı menzile ulaşmış. Çok büyük kâr elde edilmiş.”
Bu haberi alan İmam-ı Azam Hazretleri, gözlerini kapatmış. Bir süre sessiz kaldıktan sonra dudaklarından “Elhamdülillah” sözü dökülmüş. Haberci şaşırmış. “Ey İmam! Bu nasıl iştir? Mallarınız yağma edildi dedim. Elhamdülillah dediniz. Mallarınız, menziline ulaşmış, çok büyük kâr elde edilmiş dedim. Yine Elhamdülillah dediniz. Bunun hikmeti nedir?” diye sual eylemiş. İmam-ı Azam Hazretlerinin cevabı çok ibretliktir: “Mallarınız çalınmış dediğinde kalbimi yokladım. Zerre hüzün yoktu. Elhamdülillah dedim. Çok büyük kâr elde edilmiş dedin. Yine kalbimi yokladım. Zerre sevinç yoktu. Ben de Elhamdülillah diyerek Rabbime hamd ettim.”
Belki bizler İmam-ı Azam (rh.a) mertebesine ulaşamayız. Ama onları örnek alabilirsek, gece karanlığında önümüzü aydınlatan yıldızlar gibi onlar da bizlere rehberlik ederler. İşin özü, para kazanmak lazım. Ticaret gerekli. Ama bunları, yaşamı devam ettirmek ve onurlu yaşamak için bir araç olarak görmek lazım. Araç olmaktan çıkıp; amaç olmaya başlamışsa durum tehlikeli demektir.
Objeleri, iyi kötü bir yerlere yerleştirebiliriz. Asıl önemli olan insanları nereye koyacağız? Daha önemlisi, kendimizi nereye konumlandıracağız? Gerçek bir saygıyı hak etmeyen kişiye, fazla iltifat edersek; o kişi şımarır, kibirlenir. İnsaniyet rotasından uzaklaşır. Tam tersi gerçek bir saygıyı fazlasıyla hak eden kişiye de gerekli saygıyı göstermemek, o kişiye hakaret olur. Dikkat edelim, herkese aynı saygıyı göstermiyoruz. Hak edene, hak ettiği kadar. Ölçü bu kadar basit.
Bu noktada çok ölçülü olmak gerekiyor. Burnundan kıl aldırmayan bir kibir abidesine dönüşmek ve kendimizi dev aynasında görmek; kendimize yapacağımız en büyük kötülük olur her halde? Tam tersi, buruşturulup bir kenara atılmış gazete kâğıdı gibi değersiz ve anlamsız görmek de başka bir kötülük olur. Doğru olan ise, kendimize çok emek vermek, ilim, irfan, kariyer yolunda aşamalar kaydetmek ve eşref-i mahlûkat olarak görmek. Ve eşref-i mahlûkat unvanına yaraşır bir hayat yaşamak.
“GAZA GELMEMEK”
Yanlış insanların, boş iltifatları ile manipüle olmamak, açık ifadeyle gaza gelmemek, ne oldum delisi olmamak… Diğer yandan haset insanların, bizi değersizleştirmesine izin vermemek. Geldiğimiz yeri unutmadan, bulunduğumuz noktanın hakkını vermek. Olmamız gereken yer için plan ve hazırlık yapmak. Mademki, iki günümüz birbirine eşit olmayacak, bugünkü kendimizi geçmek ve bugünkü kendimizden daha iyi olmak için gayret etmek… İmam-ı Azam Hazretlerinin örneğinde olduğu gibi, biz bize düşeni yapalım. Gerisi, O’nun bileceği iştir.