YAZARLAR
Niyazi’leri Anlamak

Yunus Emre ve Mevlâna gibi Anadolu erenlerinin keyfiyet ve derinliğinde olan Malatyalı Mehmet Efendi, Niyazi Mısri mahlasıyla maruftur. 1618 yılında Malatya’da doğmuş ve 1694 yılında bugün Yunanistan’a bağlı olan Limni adasında sürgündeyken vefat etmiştir. Yaşadığı dönemde Osmanlı Devleti’nin ileri gelenleri ve Vanî Mehmet Efendi gibi tasavvufa mesafeli dini şahsiyetlerle ayrı düşmüştür. O dönem mutasavvıf-fakih çekişmesinde, tasavvuf/irfan okulunun önde gelenlerinden olmuştur. “Gözünü budaktan sakınmaz, sözünü dudaktan esirgemez” bir karaktere sahip olan Niyazi, bu celalli mizacı sebebiyle devlet erkanından birçok düşman edinmiştir.
Ayağında “Bukağı” ile ahirete irtihal ettiği Limni, 1. Dünya Savaşı’nın sonunda, 30 Ekim 1918 tarihinde Osmanlı’nın İtilaf Devletlerine karşı teslim antlaşmasının imzalandığı Mondros Limanı’nın bulunduğu adadır. Bu durum, elbette tarihin garip bir cilvesidir. Bilmeyenler için söyleyelim; Bukağı, suçluların ayaklarına takılan ve kaçmalarını engelleyen demir halka veya pranga anlamına gelir. Hayatının ayrıntılarına dair bilgileri edebi bir üslup ile kaleme alan Emine Işınsu’nun, “Bukağı” isimli biyografi romanı, kendisini yakından tanımak isteyenlere tavsiye edilir.
Büyük veli, geriye birçok eser bırakmıştır. Ancak en meşhur olanı, “Niyazi Mısri Divanı”dır. Başta üçüncü dönem Melamiliğin kurucusu olan Muhammed Nûru’l-Arabî olmak üzere, birçok önemli zat, bu divana şerhler yazmışlardır. Burada mevcut olan birçok şiiri, Türk Tasavvuf Musikisi eserinde güfte olarak icra edilmiştir. “Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş. Burhan arardım aslıma, aslım bana burhan imiş.” ve “Can yine bülbül oldu, har açılıp gül oldu. Göz kulak oldu her yer, her ne ki var ol oldu.” gibi güftelere, insanlarımızın kulakları aşinadır.
İrfan denizinin derinliklerinde yüzen, hikmet dağının ulu zirvelerinde gezinen arifler ve hükema (bilgeler), hayatı günübirlik meselelerle sınırlı olan ve yaşamayı nefes alıp vermekten ibaret sayan nadanlar (bilgisiz, cahil) tarafından anlaşılmakta zorluk çekmişlerdir. Hallaç gibi dar ağacına çekilenler, Nesimi gibi derisi yüzülenler, Niyazi gibi sürgüne gönderilenler, bu anlaşılmazlığın ızdırabına maruz kalmıştır. El üstünde tutulması gerekirlerken, kitlelerin hışmına uğramıştır.
Niyazi Mısri’nin, hakikat ilmini tanıyan ve hakikate vakıf olan arifleri kimlerin anlayacağına dair “Anlar Bizi” şiiri, anlaşılmayı gündem etmesinin ötesinde adeta bir ontolojik ve epistemolojik manifestodur. “Zât-ı Hakk’da mahrem-i irfân olan anlar bizi. İlm-i sırda bahr-ı bî-pâyân olan anlar bizi. (Allah’ın zatı hakkında, gizli olan derin bilgiye sahip olanlar bizi anlar. Sır olan ilimde, sonsuz bir deniz gibi olanlar bizi anlar)” diye başlayan şiiri şerhlerinden okumak, derdi irfan olanların üzerine vazifedir.